e


Lojistik ve teknolojiye yatırım Türkiye’ye sıçrama yaptırır
Nişantaşı Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Kerem Alkin, Türkiye'nin ekonomik modelini mikro bazda hiç analiz etmediği ve maliyeti azaltacak tedbirler yaratamadığı için ithal hammaddelerin yerli hammadden ortalama 26 km daha kısa mesafede fabrikaya girdiğini söyledi. 




lojistik_ekonomiTürkiye ekonomik modelini mikro bazda hiç analiz etmediği ve maliyeti azaltacak tedbirler yaratamadığı için ithal hammaddelerin yerli hammadden ortalama 26 km daha kısa mesafede fabrikaya girdiğini belirten Nişantaşı Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Kerem Alkin, “Cumhuriyet tarihinde ilk defa 2010 yılının Aralık ayında gerçek bir Sanayi Stratejisi ve buna bağlı olarak Girdi Tedarik Stratejisi modeli açıklandı. Tarihimizde ilk defa her bir sektörde niye yerli hammaddenin güçlü olmadığı, nerde hata yapmışız, ithal malın nasıl fabrikaya daha erken girdiği, fabrikanın yanlış yere konulup konulmadığı gibi konular bu süreçte konuşuluyor. Ama temel problem şu ki bunu Güney Kore, Çin gibi ülkeler bunu 17-18 yıl önce konuşmuş, biz onları 18-20 yıl geriden takip ediyoruz” diyor.   
 
Türkiye’nin ihraç ettiği ürünlerde katmadeğeri arttırabilmesi için lojistiğin hayata öneme sahip olduğunu belirten Prof. Dr. Kerem Alkin, bunu Ekonomi Bakanlığı’nın yaptığı bir araştırmadan çıkan rakamlarla açıklıyor: “Ekonomi Bakanlığı’nın yaptığı hesaplamalara göre kg başına ihracatta 1,8 dolar kazınıyoruz ithalatta ise 2,8 dolar ödüyoruz. Kg başına 1 dolarlık bir açığımız var. Örneğin yılda 10 bin tonluk iş yapsak, bunu 1 dolar ile çarptığımızda 50-60 milyar dolarlık bir rakam çıkıyor. Buradan bakıldığında Türkiye’nin kg başına ihracatta elde ettiği katma değeri artırması lazım. Bu katma değerin de yüksek teknoloji ürünlerle veya üretim süreçlerini yüksek katma değer sağlayacak şekilde yeniden yapılandırarak sağlayabilmesi mümkün. Türkiye her üründen yüksek katma değer elde edebilir. Temel problem yüksek katma değer için maliyeti azaltacak tedbirleri bulamamamız. Örneğin Mardin’de çıkarılan bir mermer bloğunu taşımacılıkta çözümler üretemediğin için Mersin Limanı’na ton başına 35 dolara indirip, sonra aynı mermer bloğunu Mersin Limanı’ndan Çin’e ton başına 59 dolara gönderiyorsan burada bir sorun var demektir.” 
“Türkiye’de bir fabrikaya yerli hammadde mi ithal hammadde mi daha kısa mesafeyle giriyor sorusunu da cevaplayan” Alkin şunları aktarıyor: “Mantıken yerli olması gerekiyor. Ancak Ekonomi Bakanlığımızın yaptığı hesaba göre, ithal hammaddeler yerli hammadden ortalama yaklaşık 26 km daha kısa mesafede fabrikaya giriyor. Bu durumda bir şirket yerli mi yoksa ithal hammaddeyle mi çalışır? Bunun nedenlerine gelecek olursak, Türkiye ekonomik modelini mikro bazda hiç analiz etmemiş. Cumhuriyet tarihinde ilk defa 2010 yılının Aralık ayında gerçek bir Sanayi Stratejisi ve buna bağlı olarak Girdi Tedarik Stratejisi modeli açıklandı. Tarihimizde ilk defa her bir sektörde niye yerli hammaddenin güçlü olmadığı, nerde hata yapmışız, ithal malın nasıl fabrikaya daha erken girdiği, fabrikanın yanlış yere konulup konulmadığı gibi konular bu süreçte konuşuluyor. Ama temel problem şu; bunu Güney Kore, Çin gibi ülkeler bunu 17-18 yıl önce konuşmuş, biz onları 18-20 yıl geriden takip ediyoruz” diyor.   
 
2014 yılında dünya ekonomisinde büyümenin %3 olarak gerçekleşeceği öngörülüyor. Siz dünya ekonomisinde ne gibi gelişmeler bekliyorsunuz? Yaşanacak büyümenin arkasındaki temel dayanaklar neler olacak? Hangi ülkeler öne çıkacak? 
Küresel krizin patlak vermesinin üzerinden 5,5 yıl geçti. 5,5 yıllık döneme baktığımız zaman dünya ekonomisinin henüz krizin birincil ve ikincil şoklarını atlatmak konusunda başarılı olmadığını görüyoruz. Bunun da getirmiş olduğu net sonuçlar var. Bunlardan bir tanesi daha önce ortalama %5 ve üzerinde büyüyen dünya ekonomisinin, yine ortalama %6 ve üzerinde büyümesine şahit olduğumuz gelişmekte olan ekonomilerin büyüme ortalamalarının neredeyse 1,5-2 puan gerilemiş olması. Hatta Çin hariç, gelişmekte olan ekonomilerinin ortalama büyümelerinin neredeyse %2-2,5’lere gerilediğine şahit oluyoruz. Türkiye, şu anda gelişmekte olan ekonomilerin ortalama büyümesinin üzerinde seyretmeye çalışıyor. Fakat küresel krizin birincil ve ikincil etkilerine açık olduğu için bu tablondan kendisini sıyıramıyor. Bu perspektiften baktığımızda en az 1-2 yıl daha dünya ekonomisinin patinaj yapmaya devam edeceğini ve küresel krizden önceki ortalama büyüme düzeyini yakalamada zorlanacağına şahit olacağız.  
Burada dünya merkez bankalarına önemli görevler düşüyor. ABD Merkez Bankası’nın faizleri artırmaya hemen başlamayacağını ve parasal genişlemeyi sürdüreceğini söylemesi yine Haziran ayının başında Avrupa Merkez Bankası’nın yeni genişletici tedbirler alacağını açıklaması bu anlamda önemli.
Avrupa Merkez Bankası Amerika’nın merkez bankasına göre geç kaldı. Çünkü başlangıçta Almanya’nın her zamanki duruşu ile enflasyon riski ve benzeri hususlar açısından krizin Avrupa’da derinleşmesine sebep olduğu da düşünülüyor. Almanya Avrupa Merkez Bankası’na hiç hareket yaptırmadı. Avrupa Merkez Bankası krize iki yıllık bir gecikmeyle cevap verebildi. Ayrıca hem Avrupa’daki protestolar hem de Avrupa’nın yanı sıra Almanya’nın tanınmış iktisatçıların da Merkel hükümetinin yanlış ekonomi politikalarına yönelik artan eleştirileri sonucunda Almanya ipin ucunu bırakmak zorunda kaldı. İpin ucu bırakılınca da Avrupa Merkez Bankası da biraz daha rahatladı. Ama bu hiçbir zaman Amerikan Merkez Bankası kadar olmadı. Bu nedenle Amerika göreceli olarak daha iyi toparlandığı gözlenirken, Avrupa’nın toparlanması oturmadı. 
 
YENİ PAZARLAR TÜRKİYE’YE SOLUK ALDIRDI 
Küresel kriz ve Arap Baharı Türkiye ihracatını nasıl etkiledi? 
Türkiye 2009’da sadece bir yıl içeresinde Avrupa Birliği’ne yapmış olduğu ihracatın %25’ini kaybetti. Avrupa adeta tırnaklarıyla kazıya kazıya bir toparlanma süreci içerisine girdikten sonra Türkiye’nin ihracatı kriz öncesinde yapmış olduğu rakamlara yaklaştığına şahit olduk. Türkiye küresel kriz ve Arap Baharı’nın nedeniyle siyasi ve ekonomik açıdan çalkantı yaşayan ülkelere yapmış olduğu ihracat sıkıntıya girdiğinde, bunu aşabilmek üzere kendine Malezya, Endonezya, Hindistan, Çin, Tayvan, Latin Amerika, Orta Asya, Balkanlar gibi birden fazla yeni ihracat pazarları oluşturma başarısını gösterdi. Bu dönemde Ekonomi Bakanlığı’nın KOBİ’ler ve şirketlere dünyadaki fuarlara katılmak üzere teşvikler vermesi Türkiye için çok büyük fırsatları beraberinde getirdi. Türkiye Suriye pazarı kapandığında, İran’la ilgili ambargo dönemi yaşandığında bir çözüm buldu. Yani karşılaştığı her soruna alternatif üreten bir ihracat, bir KOBİ, bir reel sektör gerçeği ile karşı karşıya kaldık. Bu aynı zamanda dinamik bir reel sektörümüzün olduğunu ortaya koydu. Türkiye’nin ihracat pazarını çeşitlendirmede başarılı süreçlere imza atmasından dolayı çok kısa sürede Avrupa pazarındaki kaybı telafi edecek yeni pazarlar ve fırsatlar yakaladık. Böylece Türkiye’nin ihracatı küresel kriz öncesindeki rakamların üzerine çıktı.  
 
Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, yılın başında yaptığı açıklamada bu yıl için büyüme öngörüsünü %4 olarak açıkladı. Sizin 2014 yılı için iyi ve kötü senaryonuz nasıl? 
10 Haziran’da açıklanacak olan 2014 birinci çeyrek büyüme rakamının %5 üzerinde geleceğini bekliyorum. İkinci çeyreğinde açıklanan veriler doğrultusunda çok kötü gelmeyeceği kanaatindeyim. Sonraki üçüncü ve dördüncü çeyrekte ortalama büyüme %3’e düşse bile ortalama büyüme %4’ü yakalar. Üçüncü ve dördüncü çeyrekte Türkiye ekonomisi daha düşük bir performans gösterse bile yüzde 5 büyüme yakalarsak o bizim bayağı önümüzü açar. 
 
Bu süreci etkileyecek zayıf ve güçlü yönler neler? Başbakan Recep Tayip Erdoğan’ın  Merkez Bankası’na karşı eleştirilerini nasıl değerlendiriyorsunuz? 
Yaşadığımız siyasi ve ekonomik olaylar nedeniyle dolar kurundaki sıçrama bazı negatif yönler yaratsa da ihracatçıya dolar ve euro cinsinden büyük bir kur avantajı getirdi. Bu nedenle bu yıl ihracattaki sıçramanın Türkiye’nin büyümesine pozitif yönde katkı sağladığını görüyoruz. Bu artı bir yön. Aslında enflasyonun beklenenden yüksek seyretmesi nedeniyle Merkez Bankası’nın daha sert bir para politikası izlemesi beklenebilirdi. Ancak Merkez Bankası’nın birçok faktörü, işsizliği, Türkiye’nin büyüme ihtiyacını da dikkate alarak piyasayı beklendiği kadar sıkıştırmadığını ve çok sert bir para politikası izlemediğini vurgulamak lazım. Bu da artı bir taraf. 
Bunu bir satranç oyunu olarak düşünürsek bu oyunda herkesin bir hamlesi var. Başbakan da ekonomideki algıyı yönetmek adına bazı hamleler yapıyor. Mesajlarını kendi üslubuyla veriyor. Merkez Bankası bunu dikkate alır almaz bunu göreceğiz. Ben Merkez Bankası’nın doğru yaptığını düşünüyorum. Merkez Bankası 28 Ocak’ta eğer olağanüstü bir toplantı yapıp faiz artırmasaydı şu anda çok daha kötü bir Türkiye’yi konuşuyor olurduk. 
 
NEDEN YABANCI SERMAYEYİ ÇEKEMİYORUZ?
 
Türkiye’nin en büyük sorunu cari açık. Başbakan da Türkiye’nin sıcak paradan ziyade reel paraya ihtiyacı olduğunu söylüyor. Eğer Türkiye sıcak paraya karşı bir duruş sergilerse cari açığı nasıl finansa edecek?
Başbakanımız doğru söylüyor, ancak bu uluslararası alanda algı yönetimiyle doğrudan bağlantılı bir konu. Öncelikle uluslararası alanda yapılan her yayının ve eleştirinin doğru olduğunu söylemiyorum. Bunlardan bağımsız olarak Türkiye Gezi Parkı olayından itibaren twitteren kapanması, Soma olayı vb. konularla son bir yılda uluslararası ekonomi medyasında en çok eleştirilen ülke oldu. Bu aslında ülkede bir istikrar sorunu varmış izlenimini doğruyor. Zaten kafası karışık ve küresel krizden dolayı morali bozuk olan yabancı sermaye bu tür haberlerle gündeme gelmeyen istikrar sorunu olmayan ülkelere yöneliyor. Karşı tarafın haksızlık yaptığını, yanlış haber yaptığını söyleyebiliriz, ancak bu algıyı yönetmek görevi yine bize düşüyor. 
2007-2008’de Türkiye’de cari açığın %50’sinden fazlası doğrudan yabancı sermaye yatırımıyla finanse ediliyordu. Bu Türkiye için çok önemli bir başarıydı.  Ancak küresel kriz bu dengeleri alt üst etti. Çünkü doğrudan yabancı sermaye yatırımı yapabilecek kabiliyete sahip olan fonlar, şirketler becerilerini kaybettiler. Doğrudan yabancı sermaye yatırımlarında 22.6 milyar dolara kadar çıkmıştık. Bunun 9-10 milyar dolara kadar düştüğü de oldu. Bugün zar zor biraz da gayri menkul yatırımlarıyla 15 milyar dolara getirdik. Ama bir gerçek var, Japonların gerçekleştirdiği orta çaplı otomobil lastiği yatırımı dışında son 5-6 yıldır büyük çaplı bir fabrika yatırımı çekemiyoruz. Dünyaca ünlü örneğin Volkswagen gibi markalar niçin Türkiye’de fabrika yatırımı yapmıyor? Bunu sorgulamak gerekir. Türkiye’nin potansiyeli çok, ancak biz çeşitli gerekçelerle doğrudan yabancı yatırımlarında çeşitli garantileri vermeyi iyi yönetemiyoruz. 
 
İhracata dayalı büyüme modelinin önündeki en temel engeller neler? 
Tam istediğimiz ölçüde bir büyüme modeli oluşturamadığımız bir gerçek. Bu modelin önündeki en büyük tehlike geçmişte yaşandı. Türkiye ekonomisinin 2001 krizinden çıkıp kendisini yeniden yapılandırdığı dönemde tüm uyarılara rağmen Merkez Bankası’nın o zamanki yönetiminin enflasyonla mücadeleye destek olduğunu düşünerek göz yumduğu bir yüksek faiz düşük kur politikası dönemi yaşadık. Bu politika Türkiye ekonomisini ithalata bağımlı bir hale getirdi. Bunun şöyle bir sonucu oldu; Türkiye ihracat amaçlı ne zaman hamle yaparsa aynı miktarda da ithalatı artıyor. Bu anlamda Türkiye’nin ihracat amaçlı hammadde üreten bir ekonomiye dönüşmesi gerekir. Yani Türkiye, ihracat amaçlı üretim için gerekli olan girdileri kendi imkanlarıyla karşılayan bir ülke haline gelebilirse, ihracata dayalı büyüme net bir katma değer olarak geri dönebilir. Örneğin enerjide Türkiye kadar dışa bağımlı olan Asya ekonomileri hem enerji ihtiyaçlarını başka yollarla çözüyor hem de ihracat amaçlı üretimlerini kendi girdisiyle karşıladığı için cari işlem fazlası veriyorlar. 
 
DEĞER KAYBEDEN TL ARTI DEĞİL DEZAVANTAJ 
 
Peki bu süreçte reel sektördeki firmalar nasıl konumlanmalı? 
Reel sektördeki firmaların öncelikle maliyet odaklı olmaları gerekiyor. Artık şunun görülmesi gerekiyor; TL’nin zaman zaman değer kaybetmesiyle kurların yükselmesi sonucu Türk ihracatçısına uzun soluklu rekabet kazandıracak bir durumumuz yok. Çünkü kurun yükselmesi bir cepheden bakarsan ihracatçının elini kolaylaştırıyor gibi gözükürken, diğer taraftan bu kadar ithalata bağımlı bir Türkiye ekonomisinde maliyeti o oranda yükseltiyor. Dolayısıyla TİM de değer kaybeden TL’nin artık bir avantaj değil, bir dezavantaj olduğunu savunuyor. İhracatçımız ve KOBİ’lerimiz istikrarlı bir kur istiyor. Kurun sabit olmasıyla maliyetlerini doğru hesap etmeyi ve doğru fiyat vermeyi talep ediyor. Bu nedenle reel sektörün öncelikle TL cinsinden maliyetini nasıl yönetebileceğine dikkat etmesi gerekiyor. Bu konuda aynı sektörde rekabet eden firmalar ortak hareket edebilecekleri bazı konularda birlikte hareket etmemeleri nedeniyle hata yapıyor. 
Örneğin Orta Anadolu Makine ve Aksamları İhracatçıları Birliği bazı parçaları ortak alma konusunda bir kooperatif sistemi oluşturdular ve bu sayede kendi içinde rekabet ederken maliyetlerini %27 oranında azalttılar. Yine Çin devasa ormanlar olmamasına rağmen ambalaj ve kağıt endüstrisinde iddialı. Neden mi? Çünkü Çin, ülkesindeki kağıt ve ambalaj üreticisi firmalar için hammaddenin tümünü devlet olarak kooperatif metoduyla alıyor. Bu sayede daha ucuza alıyor ve rekabete avantajla başlıyor. Oysa bizim en büyük kağıt ve ambalaj üreten firmamız 70 milyon ton almasına rağmen daha pahalı alıyor. Bu anlamda Türkiye’nin rekabetin sertleştiği dünya ekonomisinde aynı sektörde rekabet etseler bile maliyetleri düşürmek adına birlikte hareket etme kültürünü oluşturma konusunda firmaları cesaretlendirmesi gerekir. 
 
Ekonomide en önemli hususlardan birisi lojistik. Siz lojistiğe nasıl bakıyorsunuz? 
Jeostratejik konumu açısından bakarsak, demiryolu, denizyolu, karayolu ve havayolunda Türkiye dünya ekonomisindeki en kritik öneme sahip lojistik merkezlerden bir tanesi. Örneğin İran uzun zamandır ambargo sorunu yaşıyor. Tebriz’deki bir fabrikanın mala ihtiyacı var. Bu noktada İran’ın Bandar Abbas Limanı ile Trabzon Limanı’nı karşılaştırdığımızda ihtiyaç duyulan hammaddeyi fabrikaya Trabzon Limanı’ndan malı indirme 795 km, Bandar Abbas’tan 1450 km. Bu açıdan bakarsak üç tarafı denizlerle çevrili olan Türkiye, İran başta olmak üzere komşusu olduğu tüm ülkeler açısından lojistik ve mal tedariki konusunda önemli bir ülke. Dünya saat dilimi açısından hava kargoda en muhteşem yerdeyiz. 3. Havalimanı bu anlamda önemli. Marmaray tarihi bir proje. Dünya tarihinde ilk defa Asya, Afrika ve Avrupa demiryolu ile birbirine bağlandı. Çin’den çıkan tren Londra’ya kadar gidecek. Hava, kara, deniz ve demiryolu taşımacılığındaki avantajlarımız göz önüne alındığında Türkiye’nin gelecekte dünyanın en kritik önemdeki lojistik merkezlerden birisi olmaması için hiçbir neden yok.
Lojistik açısından stratejik konumumuzu güçlendirmek adına, sektörün teşvik edilmesi, firmalara bedava arazi verilmesi, yakıtta vergi indirimi gibi jestlerin yapılması lazım. Bu yapılmazsa lojistik kapasitesinin üçte biri kapasiteyle çalışmak zorunda kalıyoruz. 
Lojistikte tarihi avantajı katma değere dönüştürmek için büyük işler yapıldı. Haberleşme, denizcilik alanında, makro ekonominin yeniden yapılandırılmasında çok büyük işler yapıldı. Ancak bugün itibariyle Türkiye’nin orta gelir tuzağından kurtarılması için lojistik başta olmak üzere, uzay ve havacılık endüstrisi, nano teknolojisi, teknik tekstil başta olmak üzere, en düşük maliyetlerle bize çok yüksek katma değer sağlayacak ürünlere yoğunlaşmamış gerekiyor. İmalat sanayinde bu tür yüksek teknolojili ürünlerin toplamdaki payı , ihracattaki payı %6. İhracattaki payı %20’ye, üretimdeki payını da %30’a çıkararak Türkiye’yi dünyada iddialı hale getirebiliriz. Bu anlamda lojistikte Türkiye’yi dünyanın en seçkin merkezlerden birisi yapmak için ne yapmalıyız, ne tür teşvikler vermeliyiz, bunun üzerinde teknik olarak mutlaka çalışmalıyız. 
 
İTHAL-YERLİ REKABETİ LOJİSTİĞE TAŞINDI 
Türkiye’nin ihraç ettiği ürünlerde katmadeğeri arttırabilmesi için lojistiğin hayata öneme sahip olduğunu belirten Prof. Dr. Kerem Alkin, bunu Ekonomi Bakanlığı’nın yaptığı bir araştırmadan çıkan rakamlarla açıklıyor: “Ekonomi Bakanlığı’nın yaptığı hesaplamalara göre kg başına ihracatta 1,8 dolar kazınıyoruz ithalatta ise 2,8 dolar ödüyoruz. Kg başına 1 dolarlık bir açığımız var. Örneğin yılda 10 bin tonluk iş yapsak, bunu 1 dolar ile çarptığımızda 50-60 milyar dolarlık bir rakam çıkıyor. Buradan bakıldığında Türkiye’nin kg başına ihracatta elde ettiği katma değeri artırması lazım. Bu katma değerin de yüksek teknoloji ürünlerle veya üretim süreçlerini yüksek katma değer sağlayacak şekilde yeniden yapılandırarak sağlayabilmesi mümkün. Türkiye her üründen yüksek katma değer elde edebilir. Temel problem yüksek katma değer için maliyeti azaltacak tedbirleri bulamamamız. Örneğin Mardin’de çıkarılan bir mermer bloğunu taşımacılıkta çözümler üretemediğin için Mersin Limanı’na ton başına 35 dolara indirip, sonra aynı mermer bloğunu Mersin Limanı’ndan Çin’e ton başına 59 dolara gönderiyorsan burada bir sorun var demektir.” 
“Türkiye’de bir fabrikaya yerli hammadde mi ithal hammadde mi daha kısa mesafeyle giriyor?” sorusunu da cevaplayan Alkin, “Mantıken yerli olması gerekiyor. Ancak Ekonomi Bakanlığımızın yaptığı hesaba göre, ithal hammaddeler yerli hammadden ortalama yaklaşık 26 km daha kısa mesafede fabrikaya giriyor. Bu durumda bir şirket yerli mi yoksa ithal hammaddeyle mi çalışır? Bunun nedenlerine gelecek olursak, Türkiye ekonomik modelini mikro bazda hiç analiz etmemiş. Cumhuriyet tarihinde ilk defa 2010 yılının Aralık ayında gerçek bir Sanayi Stratejisi ve buna bağlı olarak Girdi Tedarik Stratejisi modeli açıklandı. Tarihimizde ilk defa her bir sektörde niye yerli hammaddenin güçlü olmadığı, nerde hata yapmışız, ithal malın nasıl fabrikaya daha erken girdiği, fabrikanın yanlış yere konulup konulmadığı gibi konular bu süreçte konuşuluyor. Ama temel problem şu; bunu Güney Kore, Çin gibi ülkeler bunu 17-18 yıl önce konuşmuş, biz onları 18-20 yıl geriden takip ediyoruz” diyor.   
 
 



SEKTÖRLER VE LOJİSTİK

  • Otomotiv
  • Enerji
  • Gıda
  • Akaryakıt
  • Tekstil
  • Kimya
  • İnşaat
  • Lastik
  • İhracat